27 Nisan 2009

ÖYKÜLER

KİM DEV.. KİM CÜCE ?

Okula arabayla giderim genellikle..ve seyahat boyunca pek çok acaip görüntüyle karşılaşırım..

Bir sabah yine yola çıktım, cigaramı yaktım , müziğimi açtım huzurlu bir gidiş içinde Alsancağa geldimm..bilmeyenler için yazayım bu kısmını. Alsancak İzmir’in en prestijli diye anılan semti yada iki semtinden biri. Kırmızı ışık yandı ve ben de durup ön sırada beklemeye başladım. Gelip geçenlere bakıyorum cigaramı tüttürüp. Bir genç çocuk attı kendini arabanın önüne ve karşıya geçmeye başladı..ama ne geçiş..Bir kere çocuk genç, iri-yarı ve çok da yakışıklı. Başladım çocuğu izlemeye. Yürüyüşü ilgimi çekti önce, inanılmaz bir güvenle yürüyor. Gögüs dışarıda alın dimdik karşıya bakıyor..ve kendinin de farkında olduğu belli güzelliğini. Üstüne başına baktım bu arada. Eski bir şeyler giymiş, ayakkabıları pörsümüş..belli ki o semtin adamı değildi. Bakışları da zaten son derece açıklıkla şunu söylüyordu çevresine yürürken..”bende, ne kadar isterseniz isteyin..sizin paranızla satın alamayacağınız denli özel bir şey var..”

Neyse, uzatmıyayım..bu çocuk karşıya geçti gittii, benim düşüncelerimi de sürükleye sürükleye peşinden. Işık yeşile dönünce ben de devam ettim kendi yoluma. İlerde tam garın ordaki meydanda bir daha durdum..yine kırmızı. Bilirsiniz zaten bir kere takıldın mı bu devam eder böyle..tam durduğum anda yanımdan bir şey fırladı çalıların arasından yola..Ben tam şaşkınca bakarken ne oluyor diyee..güzel yüzlü, yeşil gözlü bıyıklı bir küçük adamla göz göze geldim..bir anda yürüdü gitti...

Birden kafamda bir kocaman..ve bir küçük adamla kalakaldım İçimden düşündüğüm şu oldu öncelikle..alamm..o kocaman genç çocuk o görkemli görüntüsüyle bildik yaşamın içinde ne kadar şanslıydı. Rekabet arenasında her zaman seçileceklerdendi o. Peki ya küçük adam? Arenada şansı varmıydı hiç..diğerine kıyasla daha azdı sanırım..Pekiii, gerçek bu kadar basitmiydi ki..benim kurgumdaki kadar kabamıydı? Belki de şunlar olacaktı yaşamın içinde ben görmesem bile..O kocamann çocuk, o güzelim gövdesini aşıp da içine..taa içine bakacak yürekte bir kadın bulamadığında bir anda cüceleşecekti..ve o küçük adam..boyunun üzerinden bakmaya çabalamayan bir kadın bulup da ..sahici bir sevgi..aşkla kendine bakan o kadının gözlerinin içinde kendini bulduğunda devleşecekti.. Bu da bir başka gerçek değil mi.

AYNALAR

Yaşamlarımızda pek çok insan var ve de olacak bize bizi anlatan, bize bizi gösteren. Zaman zaman çok önemsediğimiz, zaman zaman hiç ciddiye almadığımız ama mutlaka ve mutlaka çevremizde aradığımız bu aynalar üzerine yazmak istiyorum bu sefer.

Kızım küçüktü henüz, sanırım 3 yada 4 yaşındaydı. Yeni kavramlarla tanışma yaşı gelmişti yani ve ben de elimden geldiğince bu kavramları uygun anlamlarla, açınımlarla kendisine tanıtmak istiyordum. Bunların arasında paylaşmayı en sevdiğim ise “güzellik” kavramıydı.

Bir gün okuldayken bir hocamızın oğlu geldi yanımıza, yaşı yaklaşık 6-7 arasıydı..Yaşlı bir başka bayan hocamız bu sevimli veledi görünce kendini onun önüne atarak sarılıp öpmek istedi. Ve tam o anda çocuktan şu feryat yükseldi. Öpmeeee..sen çirkinsinnnn!! Hepimiz donduk kaldık bu duyduğumuz karşısında..evet hocamız yaşlanmıştı..yüzünde çizgiler vardı, kabartılmış saçları ve çiziklerin arasına sıkışmış makyajıyla bir afet olmadığı açıktı. Ama çirkin olmak? Hayır..sanırım ona çirkin demekten çok sevimli yakıştırması daha uygun düşüyordu o an bizim gözümüzle. Bu mesele benim kafamı epey süre kurcaladı ve sonunda güzellik kavramının, öğretilen ve öğrenilen ölçütler içerdiğini düşünmeye başladım. Eğer güzellik ölçütlerimiz öğrenmeye dayalı idiyse, değer biçilen bu tür kavramların bilgisinin oluşmasında biz yetişkinlerin büyük etkisi olmalıydı çocuklar üzerinde. O anda kızımı düşündüm. Ne öğretiyorduk acaba ona ve ne öğreniyordu güzelliğe dair bizden?

Evde dikkat etmeye başladım konuşma ve tavırlarımıza. Neye güzel diyorduk, çirkini ifade ettiğimizde neyi gösteriyorduk, çocuk zihninin terbiyesinde destek verdiğimiz yön ne idi? Dahası ona öğrettiğimiz biçimlerin, ölçütlerin onun kendine dönük yansımaları ne olacaktı..as olan buydu belki de..öğrendiklerimizin ilk kurbanı da, deneği de, şanslı kulu da bizdik çünkü.

Evde ilk gözlediğim şey şu oldu. Kızım yeni bir şey giydiğinde..bizim onayımızı alan bir şey yaptığında..sözümüzü dinleyip gündelik yaşamın gerekleri olan yüz yıkama diş fırçalama vb. işlemlerini tamamladığında “güzel” kızımız oluveriyordu. Tersi durumda bacağından asılmamakla birlikte hakim güzellik ölçütümüz bu tür alanlarda yoğunlaşmıştı. Bir gün içimden bir ses bana dedi ki; Bu varlığa giydirilmiş roller..beklentiler..yargılar dışında da güzel olduğunu hatırlatmalısın sen. Sana emanet edildiği andaki çırılçıplak haliyle “güzel” olduğunun bilgisini vermelisin ona. Çünkü yaşamda karşılaşacağı tüm aynalar zaten ona şu anda yaptığını yapacak..yani görüntüdeki yansımasıyla değer biçecek ona..sen kızının en önemli şansısın ona bunu yapabilecek olan. İçimde oluşan bu ses, sadece kızımın değil..bir süre sonra asıl benim bilincimde yeni bir sıçrama oluşturacaktı ve ben o anda bunun farkında değildim.

Bu farkındalıkla fırsat bulduğum her an..uygun olan her durumda kızıma her haliyle, koşulsuz ve beklentisiz sadece varolduğu için “güzel” olduğunu vurgulamaya başladım ben. Darmadağınıkken, her tarafından her şey akarken, özenliyken yada uyumluyken..kısacası her “koşulda” ve “durumda” güzelken. Evde bunları yaşadığımız süreçte bir gün kızımın anaokulu öğretmeninden bir telefon geldi bana. Telefondaki ses hayretle bana diyordu ki; Funda hanım size çok ilginç bir şey anlatmak istiyorum . Sabah kardelen her zamanki gibi okula geldiğinde ben karşıladım, kabanını aldım tam sınıfa götürecekken baktım üzerinde yeni bir takım var. Aaa dedim karduşşş ne kadar güzel olmuşsunnn. Kardelen bana baktı baktı ve dediki..”siz beni çıplak görün bi de..ben o halimle de çokkk güzelim kiii..”

Öğretmen hem şaşkın hem de heyecanla, bu deneyimini bana anlatırken sözlerinin arkasında bunun nasıl bir bilgi olduğunun sorgusu vardı ve ben de bunu farketmekte pek zorlanmadım açıkcası..ve yaşadığımız süreci ona anlattım kısaca. İçimde şükrederek elbette, çünkü kavram oturmuştu ve aynaların bazen çarpık..bazen yanılsamalı bazen sahici görüntülerine dayanarak kendine değer biçen..yada biçmekte zorlanan bilinç gitmiş, kızımda bunun yerine varlık olmanın başlı başına ayırd edici bilgisine dair yeni bir farkındalık çarpıcı bir biçimde gelişme yoluna girmişti.. ve bende de.

Tüm bunları neden anlattım peki.. eğitimci olarak geçirdiğim 15 yıl içinde karşıma çok çeşitli bilinç halleri içinde pek çok genç geliyor. Hele de birinci sınıfa başladıklarında ..henüz birbirine de benzeşmemiş olmalarından ötürü inanılmaz bir insan halleri cümbüşü seriyorlar gözlerimiz önüne. Bazıları ilk geldiği günden başlayarak bu evrende varolmanın, biricik olmanın..değerli olmanın haklı asaleti ve bunun bilinciyle karşınıza çıkıyor. Kendine sizden bağımsız..aynalardan bağımsız değer veriyor ve bu değeri sizin de vermeniz konusunda sizi kendi bilincine davet ediyor. Bazılarını ise, sanki evrenin kıyısında terkedilmiş..yolunu kaybetmiş..varolmanın bilgisini unutmuş ve rehberini arar halde gezinir buluyoruz..Her iki bilinç halinin çarpıcı etkileri var yaşam boyu üzerimizde kuşkusuz. Ve bu hallerden birinde yada diğerinde olmanın gözlediğim en temel çıktısı bizzat “yaşam sevinci” üretme becerisinde /açmazında kendini açıkca gösteriyor. Kendi varlık değerinin ayırdında olmak, varlığa bir iç özgürlük duygusu, yaşamda gelene ve gidene karşı hazır olma bilinci, ve yaptığı ettiğinden ..kendi olma becerisinden haz duyma sevinci getiriyor.

Kimsenin elinden alınamayacak denli özgül olan bu farkındalıkların gerçek beslenme zamanının taa çocukluğa kadar uzanıyor olması bence olayın en düşündürücü yönü. Peki tüm bunlar için geç kaldığımız durumlar..yaşlar var mı..bir başka önemli soru da bu olmalı. Çocuklukta öğrenilenin öğretilenin önemi açık elbette ancak eğer öğrenme deneyimiyle edinilen bir olgudan söz ediyorsak ..zamanın kısmen telafi edilebilir olduğuna da inanmamız gerek. Bu konuda yapılabilecek en önemli şey sanırım öncelikle şu.. NİYET etmek. . evrende varoluşumuzun değerli..biricik ve anlamlı olduğuna HATIRLAMAYA niyet..İkincisi sanırım bunu bize tanıtlayacak olan yeni bilgilere, deneyimlere, durumlara ve olanaklara İZİN verip zihni bunlara açık tutmak. Veee sonuncusu da bunlar sonucunda geleni ve gideni kucaklamaya HAZIR olmak.

Çevremizdeki “aynalar” tüm bunları yansıtsaydı, bunca lafa gerek kalmazdı..Su gibi olun der bilgeler hep nedense.. suyu düşleyip AYNA olun demediler hiç. Suyun akışırken yansıttığı gerçek, bekleşen aynalardan daha mı sahici ki? 20.12.2001

EFÜME NİNE
Bazen çocuklara imrenirim..”olmayacak olana dair” o inanılmaz inanma niyetlerinden ötürü. Masallara inanırlar..perilere ve öcülere de. Bizim var olan ile yok olan arasında oluşturduğumuz yarığı çocuklar kapar bu niyetleriyle yaşamın henüz çok başlarında.
Efüme nineyi ilk kez annemden duydum. Bu nine annem henüz çocukken ona ninelik yapmış biri. Öykü kısacık ekleyecek çok bir şey de yok..

Bir gün Efüme nine annemi yanına çağırır. Karşısına oturtur ve eliyle annemin başını, saçlarını okşar. Belli ki söylenecek şeyin yaşamsal bir önemi vardır. Efüme nine annemin heyecanla bekleyen gözlerine diker gözlerini ve kısaca şöyle der;

“Yıldızım..ben çok yakında belki artık senin yanında olamıyacağım. Gideceğim yer uzak..sana el sürüp saçlarına dokunamayacağım belki. Ama sana bir güzel haberim var. Ben ay dedeyle anlaşma yaptım. Ay dede her hilale döndüğünde sen başını yukarı kaldırıp onun aracılığıyla bana selamlarını yollayacaksın..o da bu selamını bana getirecek böylelikle birbirimizi göremesek bile birbirimizden ayrılmamış olacağız.”

Annem çocukluğundan başlayarak yaşamının sonuna kadar her hilalde Efüme ninesine selam yolladı..ve elbette çocukları olarak bizler de selamlarımızı ilettik ay her hilale döndüğünde, yaşamımızdan tüm geçip de gidenlere. Efüme nine, bizim var olduğumuza inandığımız alanla yok olduğumuzu sandığımız alan arasına köprü kuracak minicik bir miras bırakmıştı hepimize. Yıllar geçtikçe düşünüyorum üzerinde..en güzelini eşim söyledi en sonunda. Dedi ki; “Efüme nine bütün bunları inanılmaz bir şefkatle söylemiş olmalı annene..egoyla değil. Amacı, yokluk korkusuna düşüp varlık alanına kazımak değildi kendini. Büyük olasılıkla geride kalanlara, kendi bilgisiyle yoğrulmuş kapsayıcı kuşatıcı birleştirici bir bakma biçimi bırakmaktı niyeti..çocuklar gibi.”

Bu bilgiyi bize bırakan Efüme nine’ye..bize aktaran anneme..şefkati ve sevgisi varlık - yokluk karşıtlığındaki korkularla biçimlenmemiş tüm yüreklere şükürler ve selamlar olsun her hilalde..

DELİ Mİ ?
Alsancak garı karşısındaki kilisenin önünde, trafik ışıkları bana tam dur demek üzereyken arabanın frenini kökleyip kalakalıyorum. Kısa boylu, sakallı ve kırmızı şapkalı bir adam önüme atlıyor..bir eli yaşlı bir teyzenin omzunda öbür eliyle bana dur diyor. Yaşlı teyze elindeki bastona dayanarak yavaş adımlarla yürürken kırmızı şapkalı adam teyzeyi panik yapmaması konusunda rahatlatıp adımlarıyla ona eşlik ediyor. Bakışıyoruz bir an, bir sevinç ifadesi var ikimizin gözlerinde de nedeni olmayan.

Teyze karşıya geçti..kırmızı şapkalı adam bana yaklaştı yaklaştı..arabanın camından kafasını içeri uzatıp burnuma doğru nefesini vererek “at bi kapik..traş olucam!” dedi. Höö..kapik haa..hemide traş için haa. Dedim ki “yok kapik!..bi cigarada anlaşalım.” Baktı yüzüme ve harbiden olmadığına kanaat getirdi kapiğin bende. “ver” dedi. Çıkardım iki cigara uzattım, bekletmeden aldı elimden bir gözüyle de yanıma yanaşan arabadaki kalantoru keserken. Uzattı kafayı benim camımdan adama dikti gözlerini. Göz göze gelme, getirme konusunda deneyimli. Adama bir yandan elinin iki parmağını birbirine sürterek “para??” işareti yaparken gözleri ile de “paradan naber!” bakışı atıyordu. Adam iki elini yukarı doğru kaldırarak talihsiz bir açıklama olan “yok para mara” açıklaması yaptı. Kırmızı şapkasını eliyle gözlerine indirdi..para isteyen eline diğer kolunu destek yaptı bizimki ve hiç beklenmedik bir hızda adama nişan aldığı tabancasını ateşledi..ağzından çıkardığı atış yapma efektinden, “yok para” söyleminin hiç inandırıcı olmadığı apaçık anlaşıldı. “pkhuvvvvvvvvv”..tek atış inanılmaz isabet..hatta meşru müdafaa..

Maktülüyle ilgilenme gereği duymadan bana döndü..ayaklarını çakı gibi bir asker edasıyla birbirine çaktıktan sonra sağ eliyle bana bir saygı selamı patlattı ve hızla onu çimlere uzanmış bekleyen iki arkadaşına doğru yürüdü. Verdiğim cigaraları “aha..alın işte size cigaraaa” edasıyla önlerine attıktan sonra tek ayağı üzerinde dönerek bana baktı..yüzüne yayılan kocaman gülümsemesiyle az önceki asker edasıyla selamını tekrar etti..ışık yanmıştı ve gitmem gerekti. Ardımda bıraktığım kırmızı şapkalı iyi eğleniyordu gibi geldi bana el sallaşırkenn..ya ben..ben de eğleniyor muyum sorusunu yanıtlamak kaldı geriye.

23.07.2003

devam edecek:)






Hiç yorum yok: